3 Eylül 2014 Çarşamba

Paralel "Halife"

Son günlerde sıkça, yerli yersiz kullanılıp da içi boşaltılmaya çalışılan bir ünvan var ki o da "Halife". Irak'ın kafa kesen vahşilerinden, Nijerya'nın kadın kaçıran barbarlarına kadar herkes artık kendi önderine "halife", devletine de "hilafet" diyor. Bütün dünyada "hilafetçikler şehpal açarken", memleket hiç bunun dışında kalır mı?

Bir grup goygoycunun ısrarla halife sıfatıyla andıkları günümüzün tiranının gerçekten İslam tarihinde yönetici olan o büyük halifelerin ahlakıyla ne kadar mütehallik olamadığını anlamak için büyük halifelerden Hz. Ömer'in (r.a.) hayatına nazar etmek kafi.

Halife Hazreti Ömer’in oğlu Abdullah, halkın merasına bir deve salıyor. Halifenin oğlunun diye deveye kimse karışmıyor. Deve serbestçe etrafta otlayıp gelişiyor ve gelişmişliği etrafta duyulup, yayılıyor. Bir gün bu deveyi Hazreti Ömer de görüyor. Böyle besili oluşuna hayret eder ve halkına “Bu deve kimindir?” diye soruyor. Halk Ömer Hazretlerine: “Oğlunuz Abdullah’ın” diyince oğluna gidip: “Bu deve senin mi” diye soruyor. Oğlu “Evet benim” diye cevap verince Hz. Ömer: “Halkın, kamunun olan merada deveni serbestçe ve kimse karışmadan otlatıp beslemişsin. Bu yüzden deven iyi beslenmiş, kilo almış. Deveyi hemen satacaksın. Devenin şimdiki parası içinden ilk alış parasını kendine alacaksın. Aşırı beslenmesinden artan parayı hazineye yatıracaksın. Çünkü bu mera kamunun, devenin fazla fiyatı bu meradan oluştuğuna göre, para hazinenindir” diye emrediyor. Oğlu Abdullah da babasının emrine uyarak satın alırken ödediği parayı alıp fazlasını hazineye ödüyor.

Bu kıssa "halife nasıl olur, kime denir"i çok güzel özetliyor olsa gerek. İki yıl gibi kısa bir süre içinde bugünkü Türkiye'nin 10 katını fethetmek pek tabii kılı kırk yararcasına hassas yaşayan bu insanlara nasip olması gayet doğal.

Bugün bizleri yönetenlerin, 15 yıl önce ceplerindeki para ile bugün sahip oldukları villalar arasındaki farka baktığımızda, kazanma kuşağında hızla kaybettiklerini müşahede etmek zor olmuıyor. Babanın evladına en güzel hediyesi iyi bir terbiye olması gerekirken, miras bıraktığı sıfırlanan paralar ve yüzdürülen "gemicikler" olması ne kadar da acı.

Çoğumuzun bildiği bir başka kıssada ise, Hazreti Ömer; mescidde hutbe okurken, cemaatten birisi ayağa kalkıp herkesin içinde:

"Ey Ömer! Ganimetten bize düşen kumaş bir elbise yapmaya yetmemişken sen sırtındaki elbiseyi nasıl yaptın? Önce bunu anlat!" dediğinde, cemaat içinde yer alan Halife'nin oğlu Abdullah ayağa kalkıp ve şöyle diyor:

“Harp ganimetinden babama düşen kumaş ona elbise yapmaya yetmiyordu, bana düşen hisseyi ben babama verdim, ikisini birleştirince ancak babama bir elbise çıktı” diyor. Hazreti Ömer’e bu soruyu soran kişi bu gerçeği dinleyince Halife Hazreti Ömer’den af diliyor.

Halife Ömer de bunun üzerine dua ederek; “Allahım beni denetleyecek böyle bir cemaat olduğu için şükürler olsun Sana! Çünkü ben yanılacak olursam, beni doğruluğa getirecek insanlar var” diyor.

Bu kıssayı her duyduğumda veya okuduğumda içim titriyor, "bu nasıl bir tevazu, mehafet duygusu" diyoru içimden. Gerçek manada "Halife" olmak tam da böyle bir şey olması gerek.

Öte yandan, bugün birilerinin kendisine bırakın hesap sormayı, "şöyle yapsan daha doğru olmaz mıydı" demesine bile tekme tokatla karşılık verecek kadar nasipsiz bir lidere, hakkında çıkan yüzkızartıcı iddiaları araştıran devlet memuruna yapmadığı zulmü bırakmayan zalim-i ekbere akıllarını yitirmişcesine "Halife" yakıştırması yapan yığınlar var.

Ne Allah'tan korkuyor, ne kuldan utanıyorlar. O yüce mertebeyi kendileri gibi aşağıya çekme gayretindeler.

Bu yazıyı telif ederken Şah-ı Merdan Hz. Ali'ye nisbet edilen bir vecizeye denk geldim:

"Hızlı yükselenlere imreniliyor. Oysa en hızlı yükselenler toz, duman, saman ve tüydür."

Ne de güzel tevafuk oldu.

Rabbim bizleri sırat-ı müstakimden ayırmasın.

19 Temmuz 2013 Cuma

Orantısız küfür..

 
 
Adamın biri, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî hazretlerine, “Hain, alçak.. sen Hristiyanlara bile el uzatıyorsun; günah işleyenlere dahi “gel” diyorsun. Böyle yapmakla İslam’ın onurunu iki paralık ediyor, dinin izzetine dokunuyorsun.” diyerek bir düzine hakarette bulunur. Hazreti Mevlânâ mektubu okuduktan sonra birazcık gülümser ve kağıtın diğer tarafına şu ifadeyi yazar: “Sen de gel, sana da bağrımı açıyorum!” 

Bir çoğumuz biliyoruzdur bu hadiseyi.  Mevlâna'nın bu ve bunun gibi veciz ifadelerini bilir ve yeri geldiğinde "kapak olsun" diye söyleriz. Ama ne oluyorsa bazen unutuluyor bu gönül insanı olma çabaları.. O güzel yürekler kin ve nefret söylemlerine duruyorlar anlamsızca. Beddualar dökülüyor o misk kokan, oruçla mübarekleşen  ağızlardan..

İki gün önce olay olan o meşhur twitten bahsediyorum: “Hah iftarlari bitti galiba…Düşmeye başladılar Badem IQ lar…”

Bu cümleyi kendine hakaret olarak görenler olabilir, bu sebeple rahatsızlıklarını da dile getirebilirler pekala.  Sorun tam da burada başlıyor işte.  Hakaretten rahatsız gönüllerin cevabı misli ile hakaret ederek oluyor. Bırakın rahatsızlıklarını dile getirmeyi, hakaretler, küfürler havada uçuşuyor, durdurabilene aşkolsun.. Hatta şahsın eşiyle çekilmiş aile fotografını paylaşıp edepsizce söylemlerde bulunan dindarların varlığıydı en acıklısı. İslam ahlakını bilmeyenlerin, İslam'ı savunma çabası aşağıların aşağısına düşerek, bırakın tesir etmeyi, rahatsız ediyor her vicdan sahibini.

“Bir kötülük gördüğünüzde, onu elinizle düzeltin; eğer buna gücünüz yetmezse, dilinizle düzeltin; eğer buna da gücünüz yetmezse kalbinizden buğzedin; buğzetmek imanın en zayıf basamağıdır.”  hadis-i şerifini şiar edinmişlerse kendilerine; burada kastedilen el devletin elidir, dil alimlerin kelamıdır. Kalan zümre ise, yani bizler,  kalbimizle buğzederken, edep dairesinde rahatsızlığımızı dile getirebiliriz pek tabii…ama işte, illa edep, illa edep.

Müslümanlığı savunmak değil bunun ismi, karalamak hatta belki de... Müslüman kişi, Efendisi’nin (asv) ahlakıyla ahlaklanır.  O’nun (asv) nurlu ağızından da dökülmemiştir böyle kelam. O (sas) ki İslamı yaymakla vazifeli olduğu toplumda ne zülümler çekmiştir, ne hakaretlere maruz kalmıştır da kimseyi rencide etmemiştir, haşa dökülebilir mi öyle sözler o nur-u pak dillerden..

O akşam atılan o twit karalamaz İslam’ın izzetini, ancak dindar ağızlardan dökülen ölçüsüz cevaplar dokunur  İslam’ın  izzetine..

 ‘Dövene elsiz, sövene dilsiz..’ nidaları ile büyüyen nesil biz değil miyiz soruyorum?

18 Temmuz 2013 Perşembe

Var mısınız yarışa?





 Otopark, Cami ve Spor Sahaları Olan İlk Modern Külliyenin Temeli Atılıyor, Abdullah Yılmaz, Mehmet Görmez, İbrahim Akgün, Bülent Arınç, Can Yılmaz

Amerika’ya giderken duyduğum heyecanın kat be kat fazlasını henüz hiç gidemediğim can memleketim Erzurum’a inşallah bir gün gideceğim günü hayal ederken duyuyorum. Yolumuzu aydınlatan nice hocaların, alimlerin yetiştiği bu doğu vilayetinin ismi bile bana huzur veriyor.

Nice din önderlerinin yetiştiği memleketimin güzide adanmışlardan biri de merhum İspirli Şahin Yılmaz Hocaefendi -- Rabbim kabrini pak-u nur eylesin. Muazzam güzelliklerin yetiştiği, nur saçan bir vakfın kurucusu kendisi, Hilaliye Eğitim Vakfı. Manisa Akhisar’da, ruhumuza şifa olan, dinledikçe hiç bitmese dediğimiz o Davudi sesli hafızların yetiştirildiği bir vakıf burası; 50 yılda 3 bin hafız yetiştirildiği ve 10 binden fazla talebeye bir yıllık Kur’an eğitimi veren mübarek bir vakıf. Rabbim hocasından, görevli personelinden,  talebesine kadar hepsinden razı olsun.

 
Gelen yoğun taleplere cevap veremedikleri için bu yıl 250 öğrenciyi kaydedememişler. Kendilerini İslama hizmete adamış bu yüce ruhlar harika bir projeye imza atmak istiyorlar. Türkiye’de  bir ilk niteliğinde devasa bir külliye yapma niyetindeler inşallah. İstanbul-İzmir çevre yolu yakınlarında inşa edilecek ve toplam 32 bin metrekare kapalı alana sahip olacak bu külliyede  624'ü yatılı 856 öğrenci eğitim görecek. Ana hatlarıyla 2 bin 700 kişilik,  soysal aktiviteler de dahil her detayın düşünüldüğü harika bir proje. Yolumuz civarına düşerse gidip kalabileceğimiz 52 kişilik misafirhanesi bile düşünülmüş.  Ecdadımızın kitaplarda okuduğumuz külliyelerini siz de benim gibi kıskananlardansanız, eminim gidip görmek, misafir olmak isteyeceksiniz. Böyle kıymet biçilmez eğitim yuvalarını gezip görmenin ruha iyi geleceğini düşünenlerdenim.


Bir zamanlar Kur’an okumanın suç sayıldığı, Mukaddes kitabın ümmetten saklandığı, bu sebeple de Kur’an'la aramızı doğu ile batı gibi açmaya çalışıldığı dönemlerde ne kadar öfkelendik, karşı çıktıysak, işte o şiddetle de şimdi o zamanlar hayalini dahi edemeyeceğimiz bu güzellikleri hayata geçirmeye çalışan bu samimi insanların yanında durup elimizden gelen desteği yapmamız biz Müslümanların vazifesidir.


Çok değil daha birkaç yıl öncesine kadar 15 yaşından küçük çocuklara Kur’an Kursu kapıları kapalı diye öfkeleniyorduk. Allah şimdi nimetlerini üzerimize yağdırıyorken, kıymeti bilinmeyen nimetin elden alınacağını hatırımıza getirip kıymetini bilelim, bildirelim.


Temeli geçen mayıs sonunda Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından atılan ve 30 milyon liralık bir proje olan külliye için cep telefonundan "bağış" yazıp 3395’e kısa mesajla 5 lira bağışlanabiliyor.

Zekat vermenin en makbul olduğu bu rahmet ayında sadece dünyasını değil ahiretini de düşündüğünüz sevdiklerinizi de bu gül kokulu külliyeden haberdar edelim. Hem “Hayra vesile olan onu yapan gibidir.” demiyor mu Efendimiz (asv).


Var mısınız hayırda yarışa?

Rabbim hayrınızı mübarek etsin.

Hayırlı Ramazanlar

27 Mayıs 2013 Pazartesi

İnsana kıskançlık duygusu neden verilmiştir?

İnsan Allah'ın her isminin tecellisini üzerinde barındırır. İnsanda olan herhangi bir duygu, kulu O'nu (c.c) daha iyi anlayıp tanısın diye onda dercedilmiştir. Kıskançlık da onlardan biridir. Allah'ın sıfatından biri olan kıskançlık O'nun Gayyur esmasının bir tezahürüdür.

Kıskançlığın birçok hikmetinden iki tanesi şöyle:
1. İnsan başkasında gördüğü güzel meziyetlere gıpta etsin.
2. Allah'da olan bu hususu anlasın ve O'nu tanısın.

İnsanın gıpta etmesinde bir mahsur olmamasına karşılık haset duyması sakıncalıdır ve yasaklanmıştır. Gıpta etmek, arkadaşında var olanı takdir edip "bende de olsa" demektir, hem maddi-manevi çaba göstermektir. Bunda da bir beis yoktur.

Bir adamın eşinin ondan başkasına teveccüh etmesini kıskanması gibi, Allah da kulunun O'ndan başkasına yönelmesini istemez ve kıskanır. Kalbimize bu duygunun dercedilmesinin sebebi Allah'ın hoşnut olup gazaplandığı şeyleri anlamamızdır. 

Efendimiz (s.a.s)"Allah'ın kıskanması, mü'minin Allah'ın haram kıldığı şeyi yapmamasıdır." buyurmuştur.  

2 Mayıs 2013 Perşembe

İslam düşmanları


İslam’a hakiki düşman olunmaz. Çünkü İslam’ın elmas değerinde sunduğu kaide ve tahditlere kimse hakiki anlamda muarız olamaz, düşman vaziyetini takınamaz. İslam o kadar mükemmel bir dindir ki onun karşısında bütün dünyadaki müşrik ve zındıkların alim ve havas kısmı toplansa yine münazara edemez, direklerini iskat bırakıp çökertemez. İslam’ın düşman olunamayacak eksik ve noksandan yoksun bir din olduğunu sunduğu hakikatleriyle ve muhatabını tam şekilde susturmasından anlıyoruz. Zaten akıl ve vicdan sahibi olanlar İslam’ın kemalatını kabul ediyorken, bu hasletlerden mahrum olanların ise söyleyecek kelamı kalmıyor. Neticede hakikati duyup, insaf sahibi kimselerin düşmanlığı yok oluyor.

Zındıkların asıl adaveti İslam’ın özünden ziyade Müslüman’ların noksanlarınadır. İslam muarızlarının asıl düşmanı Müslümanlardır. Çünkü düşmanlık Müslümanların eksik, noksan ve hatalı davranışlarından kaynaklanıyor. İnandıkları dini yaşamayan bir kısım Müslümana bakıp hüküm veriyorlar. Yaşanan zulüm karşısında rehberimiz, Efendimizi (asv) hatırlayıp, “O olsa ne yapardı?” diye düşünmek yerine cana ve mala kasteden bir Müslüman eksik yaşadığı dini ile kendi düşmanına yardım etmiş oluyor, onun düşmanlığını bilmeyerek besliyor, gelişmesine yardım ediyor. Halbuki Efendimiz’in (asv) “Müslüman elinden, dilinden başkasının zarar görmediği kimsedir” beyanı bize nasıl kamil bir Müslüman olmamız gerektiği ile hedef göstermektedir. 


İslam düşmanları aslında Müslümanların noksan davranışlarını İslam’ın özü zannederek saldırıyor. İslam düşmanları, şeytanın yardım ve vesvesesi ile, düşmanlık ettikleri dini öğrenmek yerine, Müslüman’lara bakıyorlar. Müslüman’ların hatalı davranışlarından doğan çirkinliklere İslam sıfatını yakıştırıyor, yapıştırıyor ve onu bütün cehaletiyle İslam’ın kendisi zannediyorlar. Müslümanların bu hücumlara karşı tepkisi ise hep aynı çizgide oluyor: “İslam güzeldir, noksan biziz.” Zaten onlar açıp Kur’an’ı okusalar, İslamı araştırsalar, İslam’ın rahmet dini olduğunu ve merhamet sahibi birinin kimseye zararı dokunamayacağını bilir. Sorun da zaten açıp okumamalarından, Kur’an’ı Müslümanlar üzerinden okumalarından kaynaklanıyor.

Madem durum böyledir ve İslam düşmanlarının gözü kör, kulağı sağır olduğundan, Müslüman’ların üzerine düşen vazife İslam’ı tam ve hakkıyla temsil etmeleridir. 

Yani günahkar olduğunu itiraf edip, parmağını Kur’an’a yöneltmek yerine kendisinin Kur’an’ı yaşaması gerekmektedir. Hem zaten “temsilin tebliğden daha etkin olduğu” bir çok İslam aliminin defaatle dile getirdiği bilinen bir gerçektir.

İslam düşmanlarının tavırları elbette cahilcedir. Ancak kızılması gereken İslam’ı hakkıyla yaşamayıp, düşmanların eline adavet için sebep veren Müslüman’lardır. Efendimiz’in (asv) çektiği sıkıntılara karşı gösterdiği sabrı ve hep müsbet harekette olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Rabbimiz “Allah sabredenlerledir” diyerek müjdelerin en büyüğünü bizlere veriyor. Allah’ın sevdiklerinden olma yolunda çaba gösterdikten sonra Allah Teâlâ’nın "Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür"  beyanı ile her zaman bizim yanımızda olup, yardım edeceğini açık bir surette bildiriyor.

7 Nisan 2013 Pazar

Hasta Ziyareti


Eczahane-i Kübra olan bu kainatın en büyük hakikati ve belki de en büyük zevki ve istihsan ediciler için belki de en azim bir vesile-i hamd şifadır. Şafi-i Ekber olan Cenab-ı Hak kainatı her ne kadar mükemmel bir ahenk üzere halketmişse de, Samed sıfatının müktezası gereği bütün zihayat ve camid varlıkları kendine muhtaç yaratmıştır. Bahr-i azamda yüzen dev gibi balık ve memeliler ile ömr-ü hayatına yetecek olan dut yaprağını rızk bilerek beslenen ipek böceğine kadar bütün varlıklar ne kadar da korunmaları ve beslenmeleri için mükemmel bir surette yaratılsalar bile, Rabb-i Rahman onların varlığında bir noktayı eksik bırakmış ve kendine muhtaç etmiştir. 


Hiçbir şeyin başıboş olmadığı bu dünyada kat’i bir şekilde ispat edilmiştir ki bütün cansız ve canlı varlıkların yuları Allah’ın elindedir. Allah isterse o gediği tıkar, deliği kapatır, boşluğu onarır ve eksikleri tamamlar. En kudretli bir Tamirci olan Allah, aynı zamanda da en büyük Tabibtir, Hekimdir. Sadece vücudumuzun ahenginin bozularak hastalağımızın değil belki bütün kainattaki eksik ve hastalıkların Hekimidir, Şafiidir. Buna binaen her namaz tesbihatında, Efendimiz Aleyhissalatü Vessalama salat ü selam gönderirken bu kainattaki derd ve devalar adedince gönderiyoruz. Çünkü bundan daha büyük bir rakam göremiyoruz, bilmiyoruz.

Bir çiçek nefes alabilmek için Allah’tan güneş ister. Allah da her sabah o nazenin güneşe emrederek o gayet faydalı ziyasını o çiçeğe hizmetkar eder. Aynı şekilde de, yaşayabilmesi için güneşten korunmak isteyen mantarlar da Halık-ı Hafıza müracaat ederler. Allah da o gayet zarif ve zaif olan mantarlar için koskoca dağ ve kayaları ve ağacın gövdelerini güneşin ziyasının önünü kesmek için onlara hizmetkar kılar. Demek ki hak ve hakikat güçte değil, Allah’tan derman ve deva istemektedir. Allah’tan istedikden sonra, en azami cisimleri dahi kudretine hiç zor gelmeyecek bir surette senin en ince duygularına hizmetkar yapar ve Şafii sıfatının gereği olarak derman olarak gönderir. 

Madem kainattaki bütün varlıklar her an ve her saniye Allah’a “derman, derman” diye yalvarıyorlar ve madem bütün zişuur ve şuursuz varlıklar Cenab-ı Haktan tedavi istiyorlar, demek ki gayet açık bir şekilde anlaşılıyor ki bu kainatın hakikati, hastalık ve deva arasındaki o ince ubudiyet çizgisindedir. 

Maden bütün hastaların çağırmasalar bile inlemelerine koşan Cenab-ı Erhamürrahimin böyle bir sistem vazetmiş, bizim dahi bütün acz ve zaifliğimize rağmen, ahenge uymak için çağırmasalar bile bütün hastaların imdadına koşmamız icab eder. Şifa sadece Allah’ın dest-i kudretindedir ve hasta ziyareti yapan misafir o külli duaya sadece amin demektedir. Bu kainatı 'derman' diye inleyen varlıklarla donatan Şafii ve Samed, elbette o hastaların çaresizliğine bir çare ve dertlerine bir deva olacaktır. Derman dua için bir vesile ve hasta ziyaretine gelen misafirler de bu duaya amin demek için melekut halkası oluşturan zahidlerdir. Bu hakikate binaendir ki şeriat hasta ziyaretine önem vermiş ve azim sevaba medar kılmıştır. 

Bu açıdan hastaya yaptığımız küçük bir ziyaretin Allah nezdinde ne kadar makbul olduğu ve nasıl kainatın külli hakikatine uygun düştüğünü ve nasıl büyük bir hayra vesile olacağını anlamalıyız.

11 Aralık 2012 Salı

‘Şuursuz’ doğanın, şuurlu insana kanaat dersi

Kanaat nakışlarıyla dizginlenmiş canlı ve cansız bütün eşyanın kıyamate kadar sürekli ve düzenli bir şekilde döngüsünün karşısındaki tek engel ve mani nefsin hevasını ilah edinmiş insandır. Bunun dermanı, kanaatin kölesi olmaktır.

Kanaat hayatın yakıtıdır. Altın sarrafı hassasiyeti ile ölçülüp biçilmiş eşya ve hadiseler belli bir kanaat hesabıyla hareket ettikleri için sürekli ve kesintisiz hayatın akışını sağlarlar. İneklerin otladıktan sonra verdikleri süt ziyan olmaz, zarar gibi gözüken şeyler başka bitkilere gıda olur ve mucizevi bir devranla hiçbir şeyin israf edilmediğini gösterir. Aynı çizgide, dağdan ayrılan tatlı su denize dökülür ve oradan da buharlaşıp tekrar kar suretinde dağlara tatlı su olarak depolanır. Bunun gibi sayısız eşya ve hadise hayatın nasıl kanaat çizgisinde örgülendiğini gözler önüne serer. Sadece iki örnekle zahiren faydasız görünen hadisatın nasıl her bir evresinde semere hasıl ettiğini müşahede etmek mümkün.

Bunlardan ilki Tazmanya Canavarı. Köpek kadar güçlü olan çeneleri, kırmızı ağzı ve kan dolu pembe kulakları ile akıllara sadece vahşet, acımasızlık gibi kavramları getiren Tazmanya Canavarı haddizatında bulunduğu vahşi hayatı leşlerden temizlemekle görevlendirilmiştir. Tazmanya Canavarı kısacası her bulduğu eti yer. Bunlara hasta veya ölü hayvanlar dahildir. Diğer yırtıcı hayvanların öldürüp kendilerine yiyecek yaptıkları hayvanların ortada kalan leşini temizleyip vahşi doğayı kötü kokudan ve nahoş görüntüden kurtaran bir yaratıktır o aslında. Yarım saat içinde ağırlığının yüzde 40’ı kadar leş yiyebilen ve bu anlamda bir temizlik görevlisi gibi davranan Tazmanya Canavarı Avustralya’nın güneyindeki Tazmanya adasına has bir hayvandır.

Tazmanya Canavarı, bölgede kırmızı tilki gibi doğanın dengesini bozan ve doğaya sonradan eklenip yer kuşlarına ve tarım arazilerine inanılmaz zarar veren hayvanları da yiyerek muazzam bir fayda sağlar.

İkinci örnek ise yer altından kızgın lavları dışarı savuran yanardağlardır. Volkan patlamaları tarih boyunca hep bir felaketin simgesi olagelmiştir. 2 bin sene önce İtalya’da Vezuvi yanardağının patlamasıyla Pompey şehri yok olmuştur. En son üç yıl önce İzlanda’da Eyyafyallayökül volkanının patlaması sonucunda bütün Avrupa’nın Irak’a kadar hava trafiği durma noktasına gelmiş ve Avrupa’ya her anlamda milyarlarca dolar zarar vermiştir. Volkan patlamasından son 600 yılda 200 binden fazla insan ölmüştür.

Volkanlar en çok da patlamanın yakınlarındaki hayatları derinlemesine olumsuz bir şekilde etkiler gibi gözükse de biraz araştırıldığında insanoğlu onlara ne kadar çok şey borçlu olduğunu görecektir.

Volkan patlamasından oluşan maddeler sanayi ve kimya alanında birçok faydaları vardır. Volkanlardan çıkan lavlar kuruduktan sonra oluşan kaya parçaları yol yapımında olmazsa olmaz malzemelerdir. Volkan külleri ayrıca çimento ve kozmetik yapımında da sık kullanılan çok faydalı bir madde. Volkan patlamasından sonra oluşan ve binlerce kilometreyi kaplayan küller çok kullanılmış toprakların ana gübre kaynağıdır. Dünyada en verimli topraklar daha çok dağ yamaçlarında olan siyah, kahverengi ve ekvatoryal alanlardaki kırmızı ve siyah-kırmızı topraklardır. Fakat bunlardan daha verimli bir toprak ise volkan külleri ile karışmış topraktır.

Üç yıl önce patlamış ve kül bulutları bütün Avrupa’yı kaplamış İzlanda yanardağı Avrupa’nın topraklarına nasıl bir bereket getirmiştir belki hiçbir zaman gerektiği kadar bilinemeyecektir.

Eğer bugün bir elmas ve pırlanta piyasalarından bahsediyorsak, onun en büyük sebebi de volkanlardır. Elmas madenleri gelende yeryüzünün 250 km derinliğinde olur ve volkan patlamaları sonucunda yerin altından çıkan kızgın lavlar o elmasın çok az bir kısmını yerin üstüne atarlar. Ondandır ki, her volkan patlama akabinde, elmas avcıları bölgeyi delik deşik ederler.

Volkan patlaması ayrıca ısınan dünyamız için de en güçlü bir ilaçtır. Volkan patlaması sonucunda atmosfere salgılanan yüksek miktardaki sülfür yırtılan ozon tabakasını yamamak için tek çaredir. 1995 yılında Filipinler’de patlayan bir volkandan sonra ısının o bölgede 2 derece düştüğünü müşahede etmişler.

Volkan patlaması faydalı kül ve sülfür ile birlikte hidrojen de salgılar. Hidrojen atmosferdeki oksijenle birleşip su damlacıkları oluşturur. Bu hem salgılanan küllerin toprağa karışmasını sağlar, hem de tatlı su kaynağını yapay bir şekilde, buharlanma olmadan artırır.

Hayat bu muazzam, şaşmaz ölçü ve kanaat döngüsünde devam ettiği halde insanın israf etmesinin nasıl hayatın düstur ve kaidesine ihanet olduğunu ve nasıl dünyanın işleyiş şekline muhalif ve tecavüz manasına geldiğini anlamak zor değildir. Bu başdöndürücü kanaat formülü ve “geri dönüşümlü” mekanizma şeklinde çalışan “şuursuz” hayat, şuurlu insana adeta ders verip, örnek olmaktadır.